Meşrutiyet
ilan edilmişti ancak Almanlar Abdülhamid'in varlığından rahatsızdı.
Sultan 4 Ağustos'ta İngiliz yanlısı Kamil Paşa'yı sadrazamlığa
getirmişti çünkü Almanların İttihat ve Terakki'yi kullanarak
Meşrutiyet'i ilan ettiklerini biliyordu ve onlara ancak İngilizlere
yaslanarak karşı koyabilirdi..Hatta bunun için demiryolları imtiyazını
bile İngilizlere verebilirdi. Bu, Almanlar için büyük bir yıkım
demekti.
Bunu önlemek için Alman elçisi Baron Marschall'a talimat verildi. ( Mehmet Selahattin, "Bildiklerim" s.28 )
Dönemin Meclis-i Mebusan Başkanı Ahmet Rıza anılarında şunları yazıyor : "Meclis-i
Mebusan'ın açılışından sonra memlekette gizli ve sorumsuz bir kuvvetin
varlığından şikayet olunmaya başlandı. Bir akşam Almanya elçiliğine
yemeğe davet edildik. Yemekten sonra Elçi Baron Marschall benim yanıma
gelerek konuyu açtı. 'İhtilali İttihat ve Terakki yaptı. Halbuki
memleketi başkaları idare ediyor. Niçin devlet idaresini elinize
almıyorsunuz ? Hükumetten şikayet edilecek olursa ben ne yapayım ?
Cemiyet öyle istiyor diyor ; Cemiyet ise, meydana çıkmıyor,
sorumluluktan korkuyor gibi görünüyor' dedi.." ( Ahmet Rıza, "Ahmet Rıza Bey'in Anıları", s.35 )
Evet,
gerçekten de Cemiyet meydana çıkmıyordu. Meşrutiyet ilan edilmiş,
Cemiyet'in yedi kişilik merkez yönetimi halen açıklanmamıştı. Bu arada
Cemiyet üyelerinden hiçbirisinin ihtilal hakkında yayın yapmaması kararı
alındı.
Meşrutiyet'in ilanından sonra Cemiyet, Ağustos 1908'de, Prens Sabahattin'in önderlik ettiğiTeşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti ile birleşme girişiminde bulunarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını
aldı.. Ancak bu birleşme çok kısa ömürlü oldu. Prens Sabahattin
yanlıları, cemiyeti gizli çalışma, yönetimi baskı altına alma gibi
yöntemlerini, orduyu siyasete karıştırmasını eleştirdiler. Sabahattin,
Eylül 1908'de Ahrar Fırka'sının kuruluşunu destekledi. Cemiyet
toplumda uyandırdığı saygınlığa, etkinliğe karşın hükumet kurmaya
yanaşmadı. Çünkü aralarında deneyimli devlet adamı yoktu. Rumeli dışında
hiçbir yerde örgütlenmemişlerdi. Üyelerinin büyük çoğunluğu 3. Ordu
subaylarıydı. Meşrutiyet ilan edildiği zaman başta olan Sait Paşa
Kabinesi' ne bakan da verememişlerdi. Ağustos 1908'de kurulmuş olan
Kamil Paşa Hükumeti'nde de yalnız Adliye Nazırı Manyasizade Refik,
Cemiyet üyesiydi..
Talat Bey'den daha üst düzey bir mason olan Manyasizade Refik,
ihtilalden hemen sonra öldüğü için pek bilinmemektedir. Midhat Paşa'nın
avukatı ve hukuk danışmanı olan Manyasizade, Cemiyet'in en güçlü
isimlerindendi. Cemiyetçe uygulanan açıklama yapılmaması kararına rağmen
İttihat ve Terakki ile masonluk bağlantısını Le Temps Gazetesi'ne 20 Ağustos 1908 günü şöyle anlatmaktadır : "Masonların, özellikle İtalyan masonlarının bizi manen destekledikleri bir gerçektir. İki İtalyan locasının, Macedonia Risorta ve Labor et Lux'ün, büyük
yardımları dokundu, bize toplantı yeri sağladılar. Bize sığınak teşkil
ettiler. Localarda mason olarak toplandık ; zaten aramızda hayli mason
vardı, ama asıl örgütlenmek için toplanıyorduk. Beraber çalışacağımız
arkadaşlarımızın çoğunu da bu localardan seçtik, çünkü adaylarla ilgili
soruşturmalarda masonlar çok titiz davranıyorlardı, eleme işlemini hemen
hemen tümüyle üzerlerine almışlardı.."
Görüldüğü gibi elemeleri bile masonlar yapmıştı. Asıl ipler başkalarının elindeydi ve ortaya çıkmıyorlardı..
1908'in 18 Ekim - 8 Kasım tarihleri arasında Selanik'te, Cemiyet'in
ilk kongresi toplandı. Halka açık olmayan kongre büyük bir gizlilik
içinde yapıldı. Seçilen yedi kişilik yeni ve gizli genel merkez
üyelerinin adları da açıklanmadı. Ayrıca Cemiyet'in siyasi partiye
dönüştürülmesi kararı alındı, fakat buna tam bir açıklık getirilemedi.
Cemiyet halka sunacağı demokrasiyi daha kendi içerisinde bile hayata
geçiremiyor, bir siyasi parti haline gelemiyordu..
Aralık 1908'de yapılan seçimleri Cemiyet büyük bir çoğunlukla kazandı.
Ancak mebusların çoğunluğu Cemiyet dışından olduğu için İttihatçı
sayılmazlardı. Seçimler sonrasında Cemiyet'e karşı olan Kamil Paşa
(Yukarıda sağda) Kabinesi'ni 13 Şubat 1909'da güvensizlik oyu vererek
düşürdüler. Yerine Almanlara ve İttihatçılara yakın bir isim olan
Hüseyin Hilmi Paşa (Yukarıda solda ) Kabinesi, Cemiyet'in izniyle
getirildi.
Bu arada İngiliz yanlısı Jön Türklerin Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetiyanlıları
Servet-i Fünun, Yeni Gazete, İkdam gibi gazetelerle hem Alman taraftarı
Hüseyin Hilmi Paşa Hükumetine hem de İttihat ve Terakki'ye muhalefete
başladılar.
İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin mason olduğu halk ve askerler
arasında yayılıyordu. Meşrutiyet'in ilanından itibaren güvensiz ve
karışık bir durum oluşmuştu..5 Ekim'de Ferdinand'ın Bulgaristan'da
bağımsızlığı ilan etmesi, bir gün sonra Avusturya-Macaristan'ın Bosna ve
Hersek eyaletlerini ilhak etmesi, Girit halkının Yunanistan'a
bağlandıklarını bildirmesi, Adakale'nin Avusturyalı askerler tarafından
işgal edilmesi gibi olaylar karşısında Cemiyet'in aciz kalıp bir şey
yapmaması tepkileri artırdı.
Bunun dışında, memleketin her yerinde düzenlenen siyasi suikastlar
sonucunda katillerin yakalanmaması hükumete olan güveni sarstı. 2
Aralık'ta İsmail Mahir Paşa, Sultanahmet Meydanı'nda öldürüldü. Katil,
elini kolunu sallayarak uzaklaşmıştı. Gazetecilerden Hasan Fehmi, Ahmet
Samim ve Zeki Bey'in aynı şekilde öldürülmesi kamuoyunda şok etkisi
yaptı.
İttihat ve Terakki, Meşrutiyet'ten sonra Padişah'a sadık Birinci
Ordu'ya güvenmeyerek Selanik'teki Üçüncü Ordu'dan Avcı Taburları'nı
İstanbul'a getirmişti.
Osmanlı Devleti'nin ilk özel harp teşkilatı olarak bu Avcı Taburları gösterilebilir. Çetelere
karşı düzenli orduyla karşılık veremeyeceğini anlayan Osmanlı, bu
nedenle, tıpkı çeteler gibi dağlarda yaşayan bu taburları organize
etmişti. Bulgar, Yunan, Sırp çetecilerle amansız bir mücadeleye girerek
onlarca çeteyi bu taburlar yok etmişti.
İttihat
ve Terakki'nin içinde iki ayrı kol vardı. Bunlardan birisi Selanik
koluydu. Selanik'te daha çok Batı'nın Sosyalist ve Masonik görüşleri
geçerliydi. Fakat bunların vurucu güçleri, Manastır'a göre çok zayıftı.
Çünkü ordudaki subayların Melami idi. Ayrıca eşkıya takibinde bulunan
devletin silahlı güçler mensupları da Arnavut asıllı Melamilerdi. ( Abidin Nesimi, "Yılların İçinden", s.32 )
Bir başka açıdan bakarsak ; Manastır Ocağı İngiliz, Selanik Ocağı ise
Alman etkisi altına girmişti. Abdülhamid de bu konuda şöyle yazıyor : "Böylece Jön Türklerin Selanik teşkilatı Almanların, Manastır teşkilatı İngilizlerin eline geçmiş oldu.." ( İsmet Bozdağ, "Sultan Abdülhamid'in Hatıra Defteri" )
Avcı
Taburlarının askerleri Manastır'daki Melami subaylara bağlıydı. 7
Nisan'da Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi'nin, faili meçhul
kişilerce öldürülmesi, gerginliği artırmıştı.
1909 13 Nisan'ında ( Hicri 31 Mart 1325 ), Avcı Taburuna bağlı
askerler gece yarısı saat 04'de isyan ederek subaylarını hapsettiler.
Tarihçilere göre bu olayı İngilizler planlamıştır. Sadaretten
düşürülen İngiliz yanlısı Kamil Paşa'nın oğlu Sait Paşa'nın, Avcı
Taburlarının içindeki Hamdi Çavuş'a para vererek onları ihtilal için
kışkırttığı belgelenmiştir. ( Doğan Avcıoğlu, "31 Mart'ta Yabancı Parmağı",s.70 ) Bu
para Sait Paşa'ya İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı Fitz Maurice
aracılığıyla İngiliz Haberalma Teşkilatı (Intelligence Service)
tarafından verilmişti. ( Sina Akşin, "31 Mart Olayı" s.361 )
Avcı Taburları isyan edince, Selanik'ten 15 bin kişilik Hareket Ordusu
görünüşte isyanı bastırmak, gerçekte ise Abdülhamid'i devirmek için
harekete geçti. Bu orduda Arnavutlardan, Manastırlılardan ve
Bulgarlardan oluşan gönüllü siviller de vardı. 700 Selanikli Yahudi'nin
oluşturduğu gönüllü Yahudi Taburu, 2. Fırka Komutanı Albay Kazım
(Karabekir) Bey'in komutası altındaydı..
25 piyade taburu, 7 sahra ve 2 cebel bataryası ile 10 süvari bölüğü
kuvvetindeki Hareket Ordusu'nun neredeyse yarısı gönüllülerden
oluşuyordu.
"Sandansky
adındaki meşhur Bulgar komitacı da bir takım Bulgarlarla Hareket
Ordusu'na katılmıştı. Diğer önemli kısmı da dönmeler olmak üzere bir
ordu vücuda gelmişti.." ( Rıza Nur, "Hayat ve Hatıratım", c.1, s.301 )
Yahudi
nüfusun yoğun olduğu Bursa'da oluşturulan gönüllü taburunu kuran Mahmut
Celal (Bayar) idi. Bayar bu kuvvetle İstanbul'daki Hareket Ordusu'na
katıldı.
Hareket
Ordusu Yeşilköy'e geldiğinde komutayı Müşir Mahmut Şevket Paşa aldı.
Berlin'de askeri ataşe olarak görev yapan Enver Bey de geri dönerek
Yeşilköy'de Hareket Ordusu'na katıldı ve ordunun kurmay başkanı oldu.
Şişli'de, Harp Okulu öğrencileri de orduya katıldı.
İstanbul'daki 30 bin kişilik Hassa Ordusu harekete geçseydi, derme çatma Hareket Ordusu'nu derhal dağıtabilirdi. ( Ali Cevat, "Meşrutiyet'in İlanı ve 31 Mart Hadisesi", s.70) Abdülhamid,
ülkenin parçalanacağının bilincinde olduğu için vatanının işgaline
engel olmak amacıyla Hassa Ordusu'nu harekete geçirmedi...
27 Nisan'da Meclis-i Umumi'yi toplayan İttihatçılar, Abdülhamid'in
tahttan indirilmesi kararını mebusları tehdit ederek silah zoruyla
çıkardılar. Muhalefet tamamen susturulmuştu. Meclis-i Mebusan'ın aldığı
karar ve Şeyhülislam Mehmet Ziyaettin Efendi'nin fetvasıyla Sultan
Abdülhamid tahttan indirildi ve yerine Veliaht Reşat, V.Mehmet adıyla
tahta çıktı. Yalanlarla dolu bir Hal fetvası hazırlanmış, Fetva Emini ve
Şeyhülislama zorla imzalattırılmıştı. ( Burhan Felek, "Yaşadığımız Günler" s.126-7 )
II. Abdülhamid Han'a hal'ini tebliğ için Yıldız'a gönderilen heyetin
oluşum şekli ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı olaylarından birisi
oldu. Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiasıyla
oluşturulan heyette tek bir Türk yoktu !..
Ahmet Rıza Bey anılarında Abdülhemid'e gönderilen Hal Heyeti'nin tam bir intikam heyeti olduğunu yazmaktadır.( Ahmet Rıza, a.g.e. s.39 )
Bunlar ; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram
Efendi ve Gürcü Arif Hikmet Paşa idiler.. Padişah, hal kararını tebliğe
gelenlerin kimler olduğunu, mabeyin başkatibi Cevad Bey'e sorup
öğrenince ; "Bir Türk padişahına, İslam
halifesine hal kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir
Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı ?"demekten kendini alamadı..
Burada "nankör" ; uzun süre yaverliğini yaptıktan sonra muhalefete geçen Arif Hikmet Paşa idi..
( Fethi Okyar, "Üç Devirde Bir Adam" s.46 )
Şevket Süreyya Aydemir, "Suyu Arayan Adam" adlı kitabında bu olayı şöyle anlatır :
"..Fakat
bu hürriyet sarhoşluğu uzun sürmedi. Bu güzel hayal alemine ilk ihanet
eden, önce padişahın kendisi oldu. Bir gün İstanbul'da, bütün bu
yeniliklere karşı, padişahın kışkırttığını söyledikleri bir asker
ayaklanması çıktığı haberi Edirne'de bomba gibi patladı..
Bizim şehirde mahalleler şimdi gene boşalıyordu. Fakat bu sefer
İstanbul üstüne.. Ağabeylerimin ikisi de gönüllü taburlarıyla hareket
ettiler. Büyüğü hasta bir subaydı ; fakat Sultan Hamid'in kindar bir
düşmanıydı. Ondan daima 'Şeytan Hamid' diye bahsederdi. Ama, bunu babama
duyurmazdı. Babam padişah hakkında ileri geri söz söylenmesini, hatta
onun resminin ellerde dolaşmasını bile hoş görmezdi. O, padişahı,
milletin büyüğü sayardı. Bütün büyükler gibi ona da, içten gelen, samimi
ve saygılı bir itaati vardı..
Edirne'den gönüllü taburları hareket ederken ihtiyarlar, çocuklar,
hatta kadınlar bile bu orduya katılmak istiyorlardı. Gidenlerin de
bayraklarında 'Ya Hürriyet ! Ya ölüm ! ' yazılıydı. Fakat şimdi her
nedense bu sözler Rum, Bulgar vatandaşlarımızın kalpaklarından
silinmişti. Papazlar, çeteciler, voyvodalar, kaptanlar, özetle Rum,
Bulgar eşkıyası kendilerini artık kenara çekmişlerdi. İstanbul'a,
hürriyeti kurtarmak için hareket eden orduya bunlar katılmadılar. Bunun
üzerine, hürriyetin getirdiği dört kelimeden ; önce 'uhuvvet' yani
'kardeşlik' kelimesi kendi kendine ortadan kalktı ve unutuldu. Sonra da
'adalet', 'müsavat' (eşitlik) kelimeleri her nedense eskisi kadar
söylenmemeye başladı. Ortada yalnız 'Hürriyet' lafı kaldı. Üzerlerine
'Ya Hürriyet ! Ya Ölüm !' yazılı bayraklar gene şurada burada
görülüyordu ama Tanrı, imparatorluğun kaderine hürriyeti değil, galiba
artık ölümü münasip görmüştü.."
ÖZGÜN KAYNAK: http://tarihtenanekdotlar.blogspot.com
0 yorum:
Yorum Gönder